İnsan, doğduğu andan itibaren bir toplumun içine doğar. Ailesi, çevresi, okulu ve yaşadığı kültür ona nasıl biri olması gerektiğini öğretir. Bu öğretinin adı çoğu zaman gelenek, bazen de ahlaktır. Ancak zamanla bu öğretiler, bireyin kendi kararlarını almasını engelleyen bir baskıya dönüşebilir.

Toplum baskısı, bireyin düşüncelerini, davranışlarını ve hatta duygularını bile şekillendirmeye başlar. İnsanlar ne giydiğine, nasıl konuştuğuna, hangi mesleği seçtiğine, kimle arkadaşlık ettiğine karışır. “Uygun” bulunmayan her adım, sert eleştirilere ve dışlanmaya yol açar. Bu baskı, özellikle genç bireylerin özgürce gelişmesini engeller. Farklı olan dışlanır, sorgulayan susturulur, cesur olan yalnız bırakılır.

Toplumun baskısı, çoğu zaman fark edilmeden içselleştirilir. İnsan, kendi kararlarını verirken bile aslında başkalarının düşüncelerine göre hareket eder. Bu durum bireyin kendine olan güvenini zedeler, potansiyelini ortaya koymasına engel olur. Toplumun onayını almak, bireyin iç huzurundan daha değerli hale gelir.

Oysa bireysel özgürlük, sağlıklı bir toplumun temelidir. Farklılıkların kabul gördüğü bir ortamda yaratıcılık, cesaret ve gelişim yeşerir. İnsan, ancak kendi kararlarını alarak, kendi yolunu çizerek mutlu olabilir. Toplumun görevi, bireyi bastırmak değil, ona alan açmak, destek olmak olmalıdır.
Bireylerin özgürce yaşayabildiği bir toplumda, hem kişiler hem de o toplum gerçek anlamda gelişir.

Toplum baskısını azaltmanın ilk adımı, başkalarının hayatına saygı duymaktan geçer. Çünkü özgürlük, sadece kendi hayatına sahip çıkmak değil, başkalarının da özgürce yaşayabilmesine izin vermektir.