Hiç düşündünüz mü, sosyal medyada binlerce takipçimiz varken neden bu kadar yalnız hissediyoruz? Her gün onlarca gönderi paylaşıyor, yüzlerce beğeni alıyor, çeşitli platformlarda sayısız kişiyle etkileşime geçiyoruz. Fakat gerçek hayatta bir omuza, bir bakışa ya da samimi bir sohbete duyduğumuz ihtiyaç, hiç bu kadar derin olmamıştı.

Sosyal medya, bize dünyayı parmaklarımızın ucuna getirdi. İletişim kurmayı kolaylaştırdı, uzakları yakın etti. Ancak bu dijital kolaylık, beraberinde sinsi bir mesafeyi de getirdi: duygusal mesafe. Artık çoğu insan, hislerini ekrana yazdığı birkaç kelimeyle anlatmaya çalışıyor. "İyiyim" yazıyor ama içten içe tükenmiş durumda. "Harika bir gün" paylaşımı yapıyor ama belki de o gün, hayata karşı en kırılgan anını yaşıyor.

Paylaşmak, elbette insani bir ihtiyaç. Ancak paylaşımın içeriği ve samimiyeti zamanla değişti. Gerçekten yaşadığımızı göstermek için değil, "iyiymişiz gibi görünmek" için paylaşıyoruz. Bu durum, bizi kendimizden ve birbirimizden uzaklaştırıyor. Artık sohbet etmek için bir araya gelmiyoruz; birbirimizin hikâyelerine emoji bırakıyoruz.

En acı olan ise şu: Gerçek bağların yerini dijital onaylar aldı. Birinin gözünün içine bakarak kurduğumuz cümleler, şimdi ekranda kayan kelimelere dönüştü. Kalpler ekranlarda parlıyor ama gerçek kalpten kalbe dokunuşlar giderek silikleşiyor.

Peki, çözüm ne? Teknolojiyi reddetmek mi? Elbette hayır. Ancak bu araçları amaç haline getirmemek gerekiyor. Sosyal medya, hayatımızın bir parçası olabilir ama hayatın kendisi olmamalı. Bir kahve içimi sohbet, bir yürüyüş sırasında edilen muhabbet, yüz yüze bir gülümseme; hâlâ en güçlü bağları kurmamızı sağlayan şeyler.

Sosyal medya bize görünürde bir "yakınlık" sunuyor ama asıl yakınlık, kalpten kalbe kurulan bağlardadır. Gerçek dostluklar, filtrelerin ardında değil; samimiyetin içinde saklıdır. O yüzden arada bir ekranı kapatmak, yüzümüze vuran gün ışığını hissetmek ve karşımızdakine gerçekten "Nasılsın?" diye sormak belki de en devrimci eylemdir bugünlerde.