"Ulaşamadığın yer senin değildir." anlayışıyla hareket eden Romalılar, bu stratejik düşünceyi ileri mühendislik bilgileriyle birleşiminden, Tarihin en büyük ulaşım ağlarından birini inşa ettiler. Her biri Roma'yı merkez alacak şekilde planlanan bu yollar, imparatorluğun en uzak toplumları ve kentleri bile başkente bağladı.

Böylece yalnızca fiziksel değil, siyasi ve kültürel bir birlik sağlandı. İşte bu sebeple, tarih boyunca süzülerek gelen o meşhur söz doğdu: “Her yol Roma’ya çıkar."

Milliarium aureum taşı 

Bu yolların başlangıç noktası, Roma’daki Milliarium Aureum (Altın Mil Taşı) idi. İmparator Augustus tarafından Forum Romanum’a yerleştirilen bu anıt, tüm yolların başladığı sıfır noktası olarak kabul ediliyordu.
Aynı şekilde, imparatorluğun doğudaki merkezi olan İstanbul’da (Bizans dönemindeki adıyla Konstantinopolis) da bir mil taşı bulunuyordu.
Bu iki sembolik merkez, Roma yollarının birleştiği noktalar olarak imparatorluğun kalbini oluşturuyordu.
Tüm mesafeler, bu mil taşlarından itibaren ölçülüyor; böylece yollar bu coğrafyaları ve  imparatorluğu bir bütün halinde bağlıyordu.
Ancak bu cümleyi tam anlamıyla kavrayabilmek için, zamanla yüklenen anlamları göz önüne alarak somut kavramları bir kenara bırakıp soyut düşünmemiz gerekir.

Çünkü bu ifade, yalnızca fiziksel yolları değil, hayatın kendisini; hedefleri, idealleri ve inançları da temsil etmeye başlamıştır.
Zamanla Roma, bir şehirden öte, bir amaç, bir nihai hedef hâline gelmiştir.

Bu bağlamda "Her yol Roma’ya çıkar" sözü, amacımıza ulaşmak için türlü yollar izleyebiliriz düşüncesini yansıtır.
Bir diğer yandan, Roma’yı kutsal ve Tanrı'yla ilişkilendiren Katolik düşünce ise bu sözü daha ruhani bir anlamla beslemiştir: Roma, hakikatin merkezidir ve Tanrı’ya ulaşmak isteyen herkes eninde sonunda Roma’ya varır.
 Böylece Roma, hem yeryüzünde hem de düşünsel düzlemde insanlığın yöneldiği ortak bir merkez hâline gelmiştir."